535
Views
3
CrossRef citations to date
0
Altmetric
Original Articles

Religion and Nation-Building in the Turkish Republic: Comparison of High School History Textbooks of 1931–41 and of 1942–50

Pages 372-393 | Published online: 26 Jun 2013
 

Abstract

In the period from 1923 to 1946, the new regime was consolidated through a series of radical secularizing reforms. In order to make these reforms acceptable to a wider public, the new Republic tried to build a secular Turkish identity that does not include Islam. High school history textbooks were prepared to this end in 1931. It has generally been argued that the transition to a multi-party regime constituted a break by opening greater space for religion in society. However, the Kemalist Project to develop a secular Turkish identity without Islam ended in 1942, i.e. during the single-party rule of the Republican People's Party (RPP). The reasons behind this change show that the RPP was a more heterogeneous party in terms of the views of its policy-makers on religion.

Acknowledgements

This paper is based on my Master's Thesis, submitted to the Graduate School of Social Sciences of the Middle East Technical University in December 2010. I express my gratitude to my supervisor, Associate Prof. Dr Zana Çitak Aytürk, for her guidance throughout the research and writing process, and to Associate Prof. Dr Ebru Boyar for her advice. I also thank the Examining Committee members, Prof. Dr Nuri Yurdusev and Assistant Prof. Dr Berrak Burçak for their constructive criticisms. I am also grateful to Barış Arı for his comments and suggestions. Translations from Turkish belong to me. Needless to say, I bear full responsibility for the views expressed in the article.

Notes

High school history textbooks written by Ali Reşad had been used between 1911 and 1930. See Koray, Türkiye Tarih Yayınları Bibliyoğrafyası, 31–2 and 312–3.

Published in 1930, the book Türk Tarihinin Ana Hatları is the first complete presentation of the thesis. Copeaux, Türk Tarih Tezinden, 60.

TTTC was renamed Türk Tarih Kurumu in 1935. İğdemir, Cumhuriyetin 50, 7.

İğdemir, Cumhuriyetin 50, 7.

Ibid., 8.

The members of the Commission were Mehmet Tevfik Bey, General Secretary of the President of the Republic of Turkey and the President of TTTC; Samih Rifat Bey, Çanakkale Deputy and the Deputy President of TTTC; Akçuraoğlu Yusuf Bey, Istanbul Deputy, Professor of Political History at Ankara School of Law and the Deputy President of TTTC; Reşit Galip Bey, Aydın Deputy and the General Secretary of TTTC; Hasan Cemil Bey, Bolu Deputy and Member of TTTC; Afet Hanımefendi, History and Civil Information Instructor and Member of TTTC; Baki Bey, Colonel in General Staff, Administrator of the Second Desk in the Department of War History; İsmail Hakkı Bey, Balıkesir Deputy and Member of TTTC; Reşit Saffet Bey, Kocaeli Deputy and Member of TTTC; Sadri Maksudi Bey, Şarkî Karahisar Deputy and Member of TTTC; Şemseddin Bey, Sivas Deputy, Former Professor of Political History at Istanbul University and Member of TTTC; Şemsi Bey, Colonel, Administrator of Map Desk at the General Administration of Maps; Yusuf Ziya Bey, Eskişehir Deputy, Former Professor of History of Law at Istanbul University and Member of TTTC. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Tarih I, VII–VIII.

İğdemir, Cumhuriyetin 50, 8.

Copeaux, Türk Tarih Tezinden, 62.

“Beşer tarihine giriş” Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Tarih I, 1. This chapter is based on Wells' The Outline of History. See Wells, The Outline of History, 11–116.

“İlk insanların iptidaî telâkkileri ve bugünkü hakikatler” Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Tarih I, 1.

[İ]nsanların bütün bilgileri ve inanışları, insan zekâsının eseridir. (…) Bundan, tabiati anlamakta zekânın, en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşıldığı gibi tabiatin fevkinde ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka bir şey olmıyacağı meydana çıkar. (Ibid., 2)

Bundan 200 sene eveline kadar, dünyanın 5–6 bin sene evel yaratıldığı ve insanın Basraya iki günlük yolda, Fırat nehri üzerinde bulunan cennette yaratıldığı zannolunmakta idi. Bu kanaatler hep din kitaplarındaki hikâyelerin olduğu gibi hakikat sanılmasından doğuyordu. Artık, hayatın 6 bin senelik değil, milyonlarca senelik olduğu anlaşılmıştır. Bu anlayış, arzdaki kaya tabakaları ile onların arasındaki fosillerin, 100 senedenberi, usul dairesinde tetkiki sayesinde olmuştur. (Ibid., 3)

In the first page of the appendix, the skeletons of a human being and an ape are attached, implying the similarity of the two.

Her halde, hayatın, herhangi bir tabiat harici amilin müdahalesi olmaksızın dünya üzerinde tabiî, zarurî bir kimya ve fizik seyri neticesi olduğunu kabul etmek lâzımdır. (…) Filhakika umumiyetle iddia olunuyor ki, insanın ve büyük maymunların (Res. 1,2) müşterek bir cetleri vardır. Bu cet dahi, daha basit şekilleri haiz bir nesilden, ilk memeli hayvan cinslerinin birinden ayrılıyor. Bu memeli hayvan da bir nevi yerde sürünen hayvandan ve nihayet bu da balıklardan geliyor. Bunların hepsi de ilk hayat şekli olan iptidaî hücreye dayanıyor. İnsanın bu şeceresi, insanın teşrihile sair kemikli hayvanların teşrihi arasındaki mukayeselerle müstenittir. İnsan, doğmadan evel, vücudunun geçirdiği pek garip safhalar vardır ki, onlar bilinecek olursa, bu iddianın sıhhatini kabul etmemek mümkün olmaz. Filhakika rüşeymî hayat ile cenin hayatı devirlerinde insan, evvelâ bir balık olacakmış gibi başlar; yerde sürünen hayvanları hatırlatan bir takım şekillerden geçer; basit memeli hayvanların bünyelerini tekrarlar, hatta bir müddet için kuyruğu da vardır. (Ibid., 5)

Bu hal, insanları istediği gibi serbest bir fikir ve düşünceye malik olabilmek imkânından mahrum ve bazı fikirleri, bazı telkinleri olduğu gibi kabul etmeğe mecbur ediyordu. Görülüyor ki, insanlar bu bahsettiğimiz tarihlerden itibaren şahsiyetlerinden bir kısmını feda etmek mecburiyetinde kalmışlardır. Beşeriyet, bugün dahi hâlâ aynı yolu takip etmektedir. (Ibid., 23)

“Bütün bu müşterek âdetler ve inanışlar insanların aralarında zihnî ve hissî birtakım bağlar kurdu ve insanlarda müşterek düşünce ve müşterek harekete saik oldu. İşte bu hâdiseye biz bugün din namını veriyoruz” (Ibid., 23).

İnsanların hayatına taallûk eden her şeyde olduğu gibi dinî meselelerde de bir tekâmül hâdisesi görünür. İptidaî insanda Allah ve din hakkında hiçbir fikir ve kanaat yoktu. (…) Görülüyor ki insanlar cemaat halinde yaşamıya başladıktan sora, diğer içtimaî müesseseler gibi din müessesesini de vücuda getirmişlerdir. (…) İnsanların korku ve zâf hisleri, dimağın son ve çok yeni ilmî keşiflerle nurlanması sayesinde gittikçe azaldı. Ve insanlar hakikati bundan sora daha bariz görmiye başladılar. (Ibid., 23–4)

“İnsanlıkla hayvanlığı hakikî ve bariz surette ayıran devir, hayvanları ehlileştirme devri, en evel burada açılmış (…)” (Ibid., 26).

“Buzların çekilmesi ve geniş içdenizlerin aradan kalkmasile, Ortaasyanın garba kapıları, arkasına kadar açıldı. Ondan sora Ortaasya binlerce yıl zarfında Çine, Hinde, Önasyaya, Şimalî Afrikaya ve Avrupaya dalgalarını taşıran büyük bir insan denizi oldu” (Ibid., 27).

Kuruyan Türkelinin şark taraflarında bulunanlar kendilerine yakın olan Çine indiler. (...) Medenî bilgileri, yüksek ve asil ahlâkları, sâf ve sade itikatları ile Çinde yerleşen Türklerin orada devirler imtidadınca ilerlettikleri medeniyet son asırlara gelinciye kadar dünyanın en ehemmiyetli medeniyetlerinden biri olmak vasfını muhafaza etmiştir. (Ibid., 28)

“Türkün en az yedi bin yıldanberi gelip yerleşerek kendine mukaddes yurt edindiği Anadoluda yapılan taharriler, bugün milâttan evel 4000 yıla çıkarılan Anadolu-Eti medeniyetinin kıdemini, her an birkaç asır daha maziye götürmektedir” (Ibid., 30).

“Mısıra giden Türkler yerleşmek için Nilin boş buldukları deltasını seçtiler. İlk mısır medeniyetini kuranların Asyadan geldikleri, Mısırın kadîm tarihi ile uğraşan âlimlerin çoğu tarafından kabul edilmiş bir keyfiyettir” (Ibid., 30). According to the book, the Turks founded the civilizations in China, India, Asia Minor, Egypt, the Aegean and Europe (see Ibid., 28–33). Because of space limitation, only three quotations could be supplied.

Tarihî noktai nazardan da mütalea edildiği zaman görülüyor ki: Muhammet birdenbire Allahın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidaî olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sora kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur. (…) Muhammet te diğer peygamberler gibi kendisine ilham eden kuvvetin insanları iğfal eden bir kuvvet olmayıp, onları hayır ve saadete irşat eden ilâhî bir kuvvet olduğuna samimî olarak inandı. Muhammet başlangıçta her halde şedit bir heyecana maruz oldu. Birtakım dinî endişeler ve vicdanî mülâhazalarla samimî surette üzüldü. Muhammet namuskâr ve menfaat fikrinden ari olarak ortaya atıldı. Onun gayesi, muhitinin ahlâkını, dinini ve içtimaî hayatını ıslah etmekti. (…) Aralarında yaşadığı insanların manevî menfaati için ve büyük bir hakikat namına mücadeleye atıldı. Sonunda cihanşümul bir dinin müessisi oldu. Muhammedin neşrettiği din, insanların kalbinde derin bir ihtizaz uyandırdı. O ölüp gittikten on dört asır sora bile islâmiyet, hâlâ kalplerde ihtizaz husule getirmektedir. Bununla beraber içtimaî hayat, Muhammedin ilk telkinlerini bati bir tekâmül ile tadil ve tevsi etmektedir. (Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Tarih II, 1931, 90–2)

“Muhammet uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu” (Ibid., 91).

“Muhammedin koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kuran denir” (Ibid., 90).

Kureyşlilerin islâm dinini kabul etmemelerindeki iktisadî ve malî sebepler mühimdi. Kureyşlilerin hayatı Kâbe ve Mekke etrafındaki panayırla kaim idi. Eski din terkedildiği takdirde, Mekkelilerin iktisadî menfaatleri haleldar olacaktı. (Ibid., 89)

Ibid., 90.

Nekadar ibrete şayan bir vaziyettir ki, daha Muhammedin öldüğü anda bütün eski nifaklar, ihtiraslar, hırsıcahlar, zincirden boşandılar; o derecede ki hakkında korku ve hürmet beslenen Peygamberin henüz ılık cesedi, son nefesini verdiği basit odada unutulmuş ve ihmal edilmişti. (…) Ebubekir ve Ömer de cenaze merasiminde bulunamamışlardı. Anlaşılıyor ki, o anda siyasî meşguliyetler o kadar mühim ve mücbir idi ki, kimse Arabistanın kudretli hâkim ve sahibinin cenazesile uğraşmaya ne vakit bulmuş ve ne de arzu duymuştur. (Ibid., 115–6)

Muhammedi ve onun nasıl bir din müessisi ve dinî bir devlet reisi olduğunu anlıyabilmek için onun bilhassa askerî faaliyetlerini tetkik etmek lâzımdır. Aksi takdirde Muhammedi, her şeyi bir melekten alan ve aynen muhitine tebliğ eden ümmî, cahil, hissiz, hareketsiz bir put derekesine indirmek hatasından kurtulmak mümkün olmaz. Halbuki Muhammet denilen şahsiyet bizatihi mütehassis, mütefekkir, müteşebbis ve muasırlarının en yükseği olduğunu yaptığı işlerle ispat etmiş bir varlıktı. (Ibid., 93)

Muhammet, gerek dinî meselelerde, gerek içtimaî hususlarda bir ıslah yapmak lâzım geldiği zaman, kendini hiçbir şeyle bağlı görmemiştir. Daima tekâmüle doğru yürümüştür. Ölüm, bu tekâmülü birdenbire kesti. Muhammetten sonra islâm âleminde görülen durgunluk ve tedenni sebebi Muhammette değil, onun haleflerinin Muhammedin mesleğinin ruhunu değil, metnini almalarında aramalıdır. Bu büyük hakikat ancak Türkiye Cümhuriyeti devrinde hakkile idrak edilmiş ve icabatı yapılmıştır. (Ibid., 118)

“Türk—Arap Mücadelesi” (Ibid., 141).

“İşitilmedik facialar” (Ibid., 144).

(…) Bu güzel ve mamur şehri birkaç gün yağma ettikten sora yaktılar, yıktılar. Şehirde eli silâh tutabilecek nekadar Türk varsa vahşiyane boğazladılar. Kadınları ve çocukları da esir ederek Horasana gönderdiler. Katliamlar yapmak suretiyle tecavüze başlıyan Kuteybe, hayatının son günlerine kadar bu vahşette devam etti. Baykentten sora Talkan mamuresi de tahrip edildi. Burada da tüyler ürperten korkunç bir katliam yapıldı; Araplar, teslim olan Türkleri kılıçla doğramaktan yorulunca zavallıları sıra sıra ağaçlara astılar. Talkana giren yolun altı kilometre uzunluğundaki kısmı iki taraflı ağaçlara asılan insan cesetlerile korkunç bir koruluk şeklini aldı. (Ibid., 144)

“Tahammül edilmiyecek kadar ağır olan cizyeden kurtulmak için Buhara ve Semerkant Türklerinden birçoğu islâm dinini kabul ettiklerini söylediler” (Ibid., 145).

Asırlardanberi hâkim yaşıyan Türkler, tabiatile bu çapulcuların hükmü altına giremezlerdi. İslâm dinini kabul ederek efendilikten mevaliliğe (köleliğe) inemezlerdi. Bunun içindir ki Emeviler bir asra yakın bir müddet uğraştıkları halde Türkler arasında islâm dinini yayamamış ve küçük türk beyliklerini bile hakimiyeti altına alamamışlardır.Türkler ancak kendilerini mevali yapmak istiyen Arapların efendisi olmıya karar verdikten soradır ki kütle halinde islâm dinine girmişlerdir. (Ibid., 146–7)

Arapların istilâ maksatlarını islâmlığın neşri gibi dinî bir mefkûreye atfetmek kat'iyyen doğru değildir. Bilhassa Emevi halifelerine, inanmadıkları ve çok kere tahkir ettikleri Muhammet dininin neşri gibi bir maksat atfetmek, hakikatten çok uzaklaşmaktır. Onlar yalnız zengin ve mamur ülkeleri talan etmek, gittikçe genişliyen bütçelerine yeni yeni varidat membaları bulmak gibi hasis emeller arkasında koşmuşlardır. (Ibid., 146)

Türkler, Ebamüslim ihtilâlile Araplara, Talas suyu meydan muharebesile de Çinlilere galebe etmişlerdi. Tarihin ceryanı kendilerine iki yol açmıştı. Bunlardan biri asırlardanberi olduğu gibi, şimalden Çine inerek orada imparatorluk kurmak, diğeri de garba dönerek İslâm İmparatorluğuna hâkim olmaktı. Türkler ikinci yolu tercih ettiler. (…) İhtilâl harekâtına iştirak edenler, yüksek kabiliyetleri sayesinde yeni imparatorluğa hâkim olacaklarını anlamışlardı. (Ibid., 155)

Günaltay, Tarih I, 12.

“Bumıntıkaların otokron halkı olan Brakisefaller yani Türklerin en eski ataları erkenden yarattıkları paleolitik medeniyeti; glâsiyeler devrinde; haricî tecavüzlerden emin olarak terakki ettirmişlerdir” (Ibid., 11).

“Çin'in sekenesi, iki ayrı ırktan terekküp etmiştir. Bunlardan biri yerli halk, diğeri de Ortaasyadan gelerek asalet sınıfını teşkil etmiş olan hâkim ve muharip zümredir” (Ibid., 48).

Bu kültüre ait eşya ve keramiklerle dinî, içtimaî hayat şekli, onun Önasyanın diğer yerlerindeki bu cins kültürler gibi; Ortaasya medeniyetine bağlı bulunduğu nişanelerini yaşatmaktadırlar. Bu kültürü getiren ve yaşatanlar Proto Hititler’le Hititler’dir. (Ibid., 141)

“Ortaasyadan gelen brakisefallerle Mısırın ilk halkını teşkil eden dolikosefal insanların karışıp kaynaşmalarından ince uzunboylu, geniş omuzlu, zeki ve açık simali yeni bir ırk doğdu” (Ibid., 108). According to the book, “Central Asians” or “brachycephalics” also founded (or contributed to) the civilizations in China (Ibid., 48), India (Ibid., 61), Elam and Mesopotamia (Ibid., 74), Egypt (Ibid., 108), Iran (Ibid., 206), Asia Minor (Ibid., 229) and Italy (Ibid., 319). Because of space limitation, only three quotations could be supplied.

See, Mansel, Baysun, and Ziya Karal, İlk Çağ Tarihi, 8–10, 22, 32, 71.

See, Akşit and Oktay, Tarih I, 21, 33, 45, 54, 74, 99.

Like most of the other reforms, history reform was an idea promoted by Mustafa Kemal. According to Afet İnan, Mustafa Kemal had ordered her to research the issue in 1928, after rejecting the claim in a French geography book that the Turkish race belonged to the “yellow race,” which was seen as a second-class race by Europeans (İğdemir, Cumhuriyetin 50, 3). As Copeaux points out, the speeches delivered by Afet (İnan), Sadri Maksudi (Arsal) and Reşit Galip at the sixth meeting of Türk Ocakları (The Turkish Societies, TO) on April 26, 1930, contain “axioms, inference systems, keywords of the Turkish education system” (Copeaux, Türk Tarih Tezinden, 58). All of the speakers conclude that it was necessary to make known this history and accordingly the Türk Ocakları Türk Tarih Tetkik Heyeti (Research Committee of Turkish History of Turkish Societies) was founded (Ibid., 59). After the closure of TO in 1931, the society took the name Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti (Ibid., 61).

Ibid., 283.

İğdemir, Cumhuriyetin 50, 8–9. For complete text of one of the letters written by Mustafa Kemal see Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, 73–93.

See Perinçek, Atatürk, Din ve Laiklik Üzerine, 137–69.

Mansel and Baysun were Associate Professors of History at Istanbul University, and Karal was Professor of History in the Faculty of Language, History and Geography at Ankara University. Mansel, Baysun, and Ziya Karal, Orta Çağ Tarihi.

“1942'den sonra, klasik Yunan çağı uzmanı Arif Müfid Mansel yönetiminde, üç ciltlik yeni bir tarih kitabı hazırlandı; daha temkinli ve ölçülü bir tarihsel söylem hedefleniyordu, ama anlaşıldığı kadarıyla bu kitap çok az kullanılmıştır” (Copeaux, Türk Tarih Tezinden, 115).

See Ibid., 283.

The National Library of Turkey has seventh, eighth and ninth imprints of the first, second and third volumes of the textbook, respectively.

Evvelce Tarih Kurumunun hazırlamış olduğu bugünküne nispetle çok karışık ve muhtelif müellifler tarafından yazılmış parçaların bir araya toplanması suretiyle meydana getirilmiş kitaplar olduğu için elverişsiz bir vaziyet arz ediyordu. Bu sebeple Vekâlet bunların yeniden yazılmasına lüzum görmüştür. (Maarif Vekilliği, İkinci Maarif Şûrası, 210–1)

Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, Tarih II, 1941, IV.

Mansel, Baysun, and Ziya Karal, Orta Çağ Tarihi, II.

Çoker, Türk Tarih Kurumu, 210.

Hazreti Muhammet, çok defa Mekke yakınında bir dağdaki mağaraya çekilir, düşünceye dalardı. Bir gece bu mağarada ne olduğunu anlıyamadığı sesler duydu. Müslüman inancına gore Allah, ona, Cebrail ile Kur'an’ın ayetlerini gönderiyordu ki, buna vahiy denir. İlk önce bundan hiçbir şey anlamıyan ve büyük bir heyecana uğrayan Muhammet, evine döndü. İşi Haticeye söyledi. Hatice'nin akrabasından biri Muhammed'e Peygamberlik geldiğini anlattı. Bir zaman arası kesildikten sonra, vahiy tekrar başladı. Artık peygamberin ölümüne kadar arkası kesilmedi.Hazreti Muhammet, insanlığa Hak dinini bildirmeğe memur olmuştu. (…) Müslümanlık puta tapıcılığı kaldırmış, hıristiyan dinindeki üçüzlü tanrı sistemini de reddetmiştir. Yahudilerin yalnız kendi tanrıları olarak gösterdikleri Allahı da bütün âlemlerin Allahı olarak tanınmıştır. (Mansel, Baysun, and Ziya Karal, Orta Çağ Tarihi, 29)

“Yalancı peygamberlik…” (Ibid., 33).

“Müslümanlıktan once Araplar putlara taparlardı. (…) İptidaî bir hayat geçiren Araplar kan gütmek ve bu yüzden birbirleriyle vuruşmaktan çekinmezlerdi. Kız çocuklarını toprağa gömmek gibi kötü âdetleri de yok değildi” (Ibid., 28). Although the textbook contains expressions that derogate pre-Islamic Arabs, it also says that “they also had good characteristics, such as brilliance, bravery and keeping promises” (Ibid., 28).

Muhammet, sözünde sadık, akıllı, yüksek bir insan olarak göze çarpıyordu. Kureyşliler içinde Muhammed-ül Emin diye ün almıştı” (Ibid., 29).

“Araplar, Türk ellerinde zalim ve menfaatçi bir siyaset güttüklerinden müslümanlık bu ellerde adam akıllı yayılamıyordu” (Ibid., 39).

Müslümanlık, Türkler arasında zorla yayılmış değildir. Türkler müslümanlıkla uzun zaman temas ederek onu iyiden iyiye anlamak fırsatını buldular. Bu din, bütün öteki dinlerden ziyade ruhlarına uygun geldi. (…)Türkler, müslümanlığa girmekle Doğu medeniyetinden, Yunanlılardan beri süregelen Önasya medeniyetine dönmüş oluyorlardı ki, bu cihan tarihi için ne kadar hayırlı olduğu su götürmez bir hakikattir. (Ibid., 44)

Prof. M. Tayyib Gökbilgin, November 6, 1961, Vatan; in Çoker, Türk Tarih Kurumu, 315–8.

Ibid.

Ibid.

Ibid.

Ibid.

Ibid.

Çoker, Türk Tarih Kurumu, 10.

See Yücel, Hürriyete Doğru, 38–53.

“Beşer tarihine gelmiş ve beşer hayatında en büyük değişiklikleri yapmış olan Peygamberimiz, herkesten üstün bir inkılâbcıdır” (Ibid., 43).

“Müslümanlıktan ve Garblılıktan gelen kıymetleri millî varlığımızda geliştirmek, benimsemek ve yerleştirmek suretile millî kültürümüzü kurabiliriz.” Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet, 25.

“[Anadoluya gelip yerleşen Türkler] bulundukları yerlerdeki İranlı, Moğol ve Arap müslümanları az zaman içinde Türkleştirdikleri gibi Rum ve Ermenilere de Türkçeyi öğrettiler. Böylelikle Anadolu, taşı, toprağı, suyu ve insanı ile Türk olmağa başladı.” Mansel, Baysun, and Ziya Karal, Yeni ve Yakın Çağlar Tarihi, 3.

“Her sene 6000 hıristiyan çocuğun devşirme usulü ile yeniçeri yetiştirilmesi, hıristiyanlardan alınan esirlerden İslâm olanlarının Türk cemiyetine sığınması, İslâm-Türk nüfusunun artmasına sebep oldu” (Ibid., 29).

“Türk doğruluğuna imrenen birçok Hıristiyanlar da İslâmlığı kabul ederek Türk-İslâm nüfusunun arasına katılarak onlarla kaynaştılar” (Ibid., 63).

Log in via your institution

Log in to Taylor & Francis Online

PDF download + Online access

  • 48 hours access to article PDF & online version
  • Article PDF can be downloaded
  • Article PDF can be printed
USD 53.00 Add to cart

Issue Purchase

  • 30 days online access to complete issue
  • Article PDFs can be downloaded
  • Article PDFs can be printed
USD 239.00 Add to cart

* Local tax will be added as applicable

Related Research

People also read lists articles that other readers of this article have read.

Recommended articles lists articles that we recommend and is powered by our AI driven recommendation engine.

Cited by lists all citing articles based on Crossref citations.
Articles with the Crossref icon will open in a new tab.